…O an paralel evrende neler olduğunu düşünmeye başladım. Mesela bugün rahatlamak için kitapçıya uğramayan paralel evrendeki ben sanırım şu an uykusuna devam etmekteydi. Muhtemelen çevredeki gürültülere uyanmış ama “kalksam ne olacak ki, yapacak hiçbir şey yok” düşüncesiyle bir kez daha uykuya dalmaya çalışmış ve başarılıda olmuştu. Böylelikle yaklaşık bir iki saat daha uyuyacaktı. Onun dışında, kitapçıya gitmeye karar veren ve tam şu anda karşı reyonda takılan paralel evrendeki ben Amanda ile hiç karşılaşmayacak – aslında karşılaşabilirdi de. Amanda şu her şeye karışmayı seven ve sürekli mutlu olan tiplere benziyordu - ve bir süre takıldıktan sonra günlük hayatına devam edecekti. Paralel evrendeki benler şu an ne kadar tek düze ve sıkıcı olarak güne devam etmekteydiler. Düşüncelere devam edecektim ki Amanda’nın sesi onun hala orada olduğunun farkına varmamı sağladı. Konuşmanın bundan sonraki kısmı nereli olduğum, burada ne yaptığım ve ona benzer sorularla devam etti. En sonunda konu dönüp dolaşıp tekrar kitaplara ve Paul Auster’a gelmişti. Bu konuda konuşurken yeni kitaptan bahsetmeye başlamış ve en sonunda fikrimi sormaya başlamıştı ki muhabbet iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. En sonunda kitap hakkında fikrimi sordu ve o an ki ruh halim dolayısıyla, “kitap hakkında hiçbir fikrim yok” derken biraz sesimin tonunu yükseltmiştim. Hemen ardından, “yani henüz Paul Auster yada ne bileyim şu Salinger tarzı heriflerin kitaplarını okuyacak kadar İngilizcem iyi değil” dedim. Kafamda nasıl devam etmem gerektiğini düşünürken, “daha çok Moby Dick yada Charles Dickens’ın büyük umutları gibi şeylerle idare ediyorum.”
Ana diliniz dışında kendinizi rahatça ifade etmeniz gerçekten zordu. En azından benim için böyleydi. Şu konuşma anadilimde olsaydı, bulunduğumuz aşamanın çok ötesinde olabilir ve çok farklı bir izlenim bırakmış olabilirdim. Düşünsenize, önümüzdeki Paul Auster yığınının çoğunu okumuştum ve hakkında tek kelime edemiyordum. Yada ne bileyim herhangi birinden bir alıntı yapacak olsam muhtemelen kitaptakinin aynısı olmayacaktı. Amerikanlar İngilizceyi çok farklı bir açıdan konuşuyorlardı.
“Büyük umutlar ha. Hani şu Matt Dillon’a benzeyen adamın oynadığı film, değil mi?”
O sırada büyük umutların filminin olup olmadığı hakkında hiçbir bir fikrim yoktu ama karşımdaki kişinin bir an için özürlü olup olmadığı hakkındaki düşünceler kendini göstermeye başlamıştı.
“Evet o olmalı” dedikten sonra zoraki bir gülümseme ile konuyu değiştirmeye çalışacaktım ki, “istersen yeni kitabı okumanda yardımcı olurum” dedi.
Ne yani, bu kız gerçekten Barnes and Noble’da çalışan bir görevliydi ve yabancı müşterilerine karşı yapılan bir hizmeti mi yerine getiriyordu ve ben bunu anlamaya mı çalışıyordum. Yoksa bana asılmaya mı çalışıyordu. Yada en iyisi ben ingilizcem sayesinde dediklerini yanlış anlamıştım. Son ihtimal daha mantıklı geliyordu kulağa. O sırada “Okumanda ve anlamanda yardımcı olmamı ister misin?” diye sormuştu tekrar. Bu defa gerçekten doğru anladığıma emindim. Ama kim birine Paul Auster üzerinden iş atardı ki? Özellikle bir kız.
“Nasıl yani, şu an mı?” Evet, aptal gibi görünüyor olmalıydım. Ama Amerikanlar gerçekten rahat insanlardı. Bu yüzden ne kadar gerilsem de Amanda’nın sıcak gülümsemesi, karşısında rahat hissetmemi sağlıyordu.
“Bir şeyler içmek ister misin?” deyip ardından, “Korkmana gerek yok.” dedikten sonra hafifçe gülümsedi. Evet şu an tam hıyar gibi hissediyordum kendimi. İçten içe kendimi suçlarken “Tamam neden olmasın.” diye karşılık verdim. Bu sırada rahat yani cool dedikleri gibi – bu kelime gerçekten çok zorlama geliyor bana- takılmaya çalışıyordum ama hemen ardından daha da aptal gözükmemek için bundan vazgeçtim. “Öncelikle kitabın parasını ödeyeyim.”
Kasaya doğru giderken aklıma az önce Amanda’nın kullandığı şu beverage kelimesi takıldı. Ne kadar sinir bozucu bir kelimeydi. Hani anlamını bilmesem bir motor parçası ismi sanırdım. Yani aynen öyle bir kelimeydi. İngilizceye çoğu kelimenin Shakespeare tarafından kazandırıldığı söylenir ya, bu kelimeyi de o bulmuş olabilir miydi? Aslında bu saçma olurdu. Düşünsenize hangi sonesinde beverage gibi bir kelimeyi kullanırdı ki? Araba sonesi diye bir sone yoktu sanırım. Henry Ford o zamanlarda mı yaşamıştı yoksa?
Neler düşünüyordum ben.. Bu kelimenin zaten araba ve motorla ne alakası vardı. Kasanın önüne geldiğim sırada bu konuyu Amanda ile konuşsaydım bir an olabilecekleri düşündüm ardından hemen bu düşüncelerden uzaklaştım. T model arabalarla, soneler arasında yaklaşık 400 sene vardı galiba. Beverage ise halen sinir bozucu bir kelimeydi ve Amanda ile tanışmamış sayılırdık çünkü ismini hala öğrenememiştim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder