11 Ekim 2010 Pazartesi

Amanda (aman) - Parti Hayaleti Kısım 1


Günün çarşamba mı yoksa perşembe mi olduğundan pek emin değildim. Aslında hiç bir zaman bu iki günü ayırt edemezdim. Hani pazartesi, cuma falan olsa yine insanın hatırında kalıyor. Mesela pazartesi sendromu diye bir şey var ya... Hatırlıyorum ergenlik çağlarında okula giderken bunu sık sık yaşardım. O zamandan beri hafta başı olduğunu anında anlarım. Hafta başı olduğunu bildiği halde, pazartesi olduğunu anlamayan biri için bulunduğu durum vahim sonuçlar doğuracak olsa da gerçekten böyle insanlar vardı. Geçenlerde okulda bir muhabbet arasında Margarot adında gerizekalı bir kız – ismi papağan ismi gibiydi - “yine hafta başı ve güneş gününden nefret ediyorum” demişti. Hala bazı Amerikalılar güneş gününün mü yoksa ay gününün mü hafta başı olduğunu bilmiyordu. O halde o gerizekalı Margarot’ın yaşadığı Pazar sendromundan ileri gidememekteydi. Hoş, son zamanlarda hayatım pazartesi sendromunu yaşayamayacak kadar boş olsa da çarşamba ve perşembeye göre çok daha rahat ayırt edilebiliyordu.. Salı sendromdan sonraki ilk gün olduğundan, rahatlama ve haftaya alışma yönüyle yine hatırda kalan günlerden biriydi benim için. Cuma günleri babamla gittiğimiz o geleneksel cuma namazları yüzünden benim için biraz matem havası estirmekteydi. Aslında benim üstümde esas sendromu cuma günleri oluşturmaktaydı bir zamanlar. Hafta sonu ise zaten özgürlüktü bir nevi... Cumartesi ve pazarı ezbere bilir, ezbere yaşardım. İşte arada sıkışıp, kendini gizlemeye çalışan iki gündü çarşamba ve perşembe.. Yani bir günün çarşamba mı perşembe mi olduğunu anımsamak gerçekten zordu benim için. Bu aynı jazz dinlemeye benziyordu. Dinlediğim bir şarkıyı nasıl bir diğerinden ayırt etmekte zorlanıyorsam aynı şey bu gereksiz iki gün içinde geçerliydi. Ayrıca hiç bir heyecanı da olmuyordu. Annenin zorla ıspanak yedirmesi, saat on oldu mu zorla yatağa yollanmanız gibiydi. Can sıkıcıydı. Sanki haftayı yedi güne tamamlamak için zorla oluşturulmuş günlerdi. Ayrıca, bir hafta neden yedi gündü?

Neyse, bugün öyle bir gündü. Evden kendimi zar zor dışarı atabilmiş ve ardından soluğu Union Square'da ki şu gösterişsiz tipik Brooklyn mimarisindeki Barnes & Noble’da almıştım. Boş zamanlarımda – ki bu hayatımın büyük bir kısmını oluşturuyordu- kitap bakmak ve aylak aylak 5.cadde de takılmak benim için bir arınmaydı adeta.Kitaplarla dolu uzun koridorda ilerlerken, bir yandan özenli dizilmiş kitaplara göz gezdiriyordum. New Yorker’da gelecek vaat eden yazarların kitap kapakları neden çok güzel oluyordu ki? Yoksa New Yorker kapak fetişisti olduğundan dolayı sadece güzel kapaklara sahip kitap yazarlarını mı geleceğe referans gösteriyordu? O sırada Paul Auster yazıtlarının önünde durdum. Bu kitapların tamamını Türkçe okuduğumdan dolayı orijinal isimlerini tek tek okuyup hangi kitap olduğunu çözmeye çalışıyordum. The New York Trilogy, işte New York üçlemesiydi bu. İngilizcem kötü olmasa da idare edecek kadar iyiydi. En azından bir yıldır burada yaşamaktaydım. Her ne kadar bir Paul Auster romanı okuyacak kadar iyi olmasam da, Oliver Twist yada Tom Sawyer saçmalıklarını rahatlıkla okuyabilirdim ama tabi ki okumuyordum o tarz korkutucu şeyleri..

Paul Auster’ın tüm kitaplarının isimleri birebir çevrilmişti Türkçeye bu yüzden kısa sürede tüm kitaplarını lugatımdan geçirdim. Kırmızı, kalın puntolu “New releases” yazısının altında ismini Türkçeye çeviremediğim bir kitabı bulunmaktaydı. İşte tam o sırada Amanda ile tanıştım. Aslında isminin Amanda olduğunu sonradan öğrenecektim ama o sırada onunla tanışmak için hiç hazırlıklı değildim. O ana dek orada olduğunu dahi fark etmemiştim.

“Paul Auster sever misin?” diye sorduğunda kalbimin hızlı hızlı attığını fark ettim. Evet severdim ama Türkçe olarak. Sözlüye kalkmış bir öğrenci gibi kaçamak cevap vermeye çalıştım ama başaramadım. Barnes and Noble’da çalışan görevlilerin giysilerinden yoktu üstünde. Sanırım o da buraya kitap bakmaya gelmişti. Hiç hazır değildim yeni biri ile tanışmaya. Ağzımdan “Sure” kelimesinin çıkmasına engel olamadım.

Yeni yayınlanmış Auster’lardan birini eline aldı, ardından rastgele sayfaları çevirmeye başladı. O an garip bir şekilde, belirsiz bir yöne sürüklendiğimi fark ettim. İstemsiz bir şekilde duvardaki takvime gözüm ilişti. Bugün çarşambaydı.

Hiç yorum yok: