1 Aralık 2010 Çarşamba

Usulsüz Yaşam



‘‘Sahibinden satılık eşsiz hayatlar

Hiç kullanılmamış, temiz hayaller

Acil aranan tatlı anılar…’’

Evimin karşısına asılmış olan çeşitli ilanlar gözüme iliştiğinde, ilk başta anlam veremedim..İşi eğlenceye vuran canımız ciğerimiz canki gençlik diye düşünmeden edemedim.…

İlerleyen zamanlarımda kusursuz ve şatafatlı hayatların ve kaybedilmiş onca hayalin ortasında kalıverince anladım tüm tezgahı..

Hiç kullanılmamış temiz hayaller kulağa oldukça hoş gelmekteydi. Acil olarak anılara da ihtiyaç duyabilirdim ama mutluluk parodisine kapılmamak ve sevinç buhranında kaybolmamak adına vazgeçtim diğerlerinden. Duvara asılı olan ilanı kopartıp, üzerinde yazılı olan adreste aldım soluğu. Hayalini duvardan yırtıp alan, içten bir tebessüm eşliğinde civardaki alandan ayrılıyordu.

17 Kasım 2010 Çarşamba

İzah


Sessizliğin içime işlediği zamanlarda yaptığım gibi mutlu olmaya çalıştım. Sigara içtim, televizyon izledim. Bunlar kesmedi votka şişesinin dibinde bulmaya çalıştığım kaybolmuş gülümsemeleri. Her defada hüzne bulandım mutluluktan öte. Sokaktan korktum. Belki de agorafobim vardı ama benim sorunum yabancılaşmaktı insanlara. “Hümanist köpekler sizi.” Benim sözlerim olamazdı. Kapı çaldı, yüreğim burkuldu. Açmadım kapıyı. Israrla çaldı, çaldıkça kulaklarımın ardında zihnimde çınlıyordu. “Evde olduğunu biliyorum” dedi kapının ötesindeki ses. İstemeyerekte olsa kucakladım geleni. İstemeyerekte olsa sessizliğe ortak oldu. Gülmedim, konuşmadım… Korkmuştu anlaşılan, nefes bile alamıyordu. Gözleri sulandı, beyni sarsıldı. Elime geçeceğini sandı. Sonunda gitti. Kalamayacağını biliyordum. Korkak varoluşçu.

İstediğim oldu. Artık tamamen yalnızım. Kapının çalması için bu kadar umutlanacağımı, bu kadar heyecanlanacağımı düşünemezdim.. Kısır bir döngünün, körelmiş bir parçası olarak mutlu olmaya çalıştım. Yemek yedim ama kilo aldım. Sigara içtim ama dumana boğuldum. İçki içtim ama alkole vuruldum. Ölmedim çünkü ölemezdim. Eski bir silah duruyordu önümde ama patlatacak kafam yoktu. Şairin sesi ilişti kulağıma, “Tanrım bir sayfa daha, zihni yüceltmek için.” Elime bir kitap aldım ve okumaya başladım. Vücudum uyuştu ve gözlerim karardı…

NOT:

Parti hayaleti 3 bölüm olarak yayınlandı fakat kitaplaşma sürecinde olduğu için bundan sonra devam etmeyecek. Basılır ya da basılmaz, okunur ya da okunmaz artık bir muamma fakat blogdan çok uzakta.

Çok yakın bir zamanda sessizlik senaryosu ve tütün günlükleri devamlarıyla birlikte sona yaklaşacak. Ayrıca film ve kitap incelemeleri çoğalacak. Belki de hiç olmayacak…

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bunny Munro'nun Ölümü



Bunny Munro'nun ölümü Nick Cave'in "Ve eşek meleği gördü"'den 20 yıl sonra yazdığı ikinci eseri. Türkçede Siren Yayınları etiketi ve Avi Pardo çevirisiyle raflardaki yerini aldı.

Bunny Munro kozmetik malzemeleri satan vajina saplantılı bir pazarlamacıdır. Bu saplantısı yüzünden karısı dahil ardında onlarca kurban bırakmıştır. Bunny Munro yanlış bir şeyler yaptığının farkındadır. Zira kitabın açılışı Bunny Munro'nun paranoyası ve ne hata yaptığını düşünmesiyle başlar. Karısının intiharından sonra oğlu Bunny Munro Jr.'ı dahi kabullenemeyecek duruma gelmiştir. Aslında tek düşündüğü vajinadır. Sık sık Kylie Minoque ve Avril Lavigne gibi ünlülerin vajinalarını ve karşısına çıkan her dişinin vajinasını düşünür. Bu saplantılarının peşinden giden Munro karısının ölümünden sonra hayatına istemeyerekte olsa oğlunu da ortak etmek zorunda kalır ve yeteneklerini ona aktarmak için harekete geçer. Esas fikir insanın kendini pazarlamasıdır. Pazarlamanın esas amacıdır bu. Ama bir yerlerde yanlışlık yaptığını hissediyordur ve ne olduğunun farkında değildir. Zaten bu da Bunny Munro'nun beklenmedik sonunu getirir. Sonunun geleceğini o zaten çok önceden bilmektedir. "Ve gece, yakında ölecek olan bir adama yakışır biçimde suskun ve saygılı."

28 Ekim 2010 Perşembe

SSS 2


Sessizlik Senaryosu

Sahne 2

GECE - SOKAK

(Sokakta erkeğin adımlarını takip etmekteyiz. Ayağında kundura tipinde siyah ayakkabı bulunmaktadır. Hızlı hızlı yürümektedir ve ıslak kaldırımda yürürken zorlanmaktadır. Bir süre sadece ayak sesini duyarız ve ayaklarını takip ederiz.)

(Ardından kız ve kendisinin yan yana yürümekte olduğunu görürüz. Erkek yürümekte zorlanıyordur. Sol eliyle kızın sağ elini tutarken, kızı peşinden sürüklemektedir.)

KIZ – Biraz yavaş olsana, her an kayıp düşebilirim.

(Erkek yavaşlamaz ve hala hızlıca kaldırımda yürümektedirler. Bir süre gittikten sonra kızın isteksiz olduğunu anlar ve elini bırakır.)

ERKEK – İstersen burada kalabilirsin. Devam etmek zorunda değilsin.

(Kız nefes nefese kalmıştır. Birkaç kısık nefesten sonra yüzünü buruşturur ve eliyle saçlarını arkaya doğru iter.)

KIZ – Keşke kalabilsem. Keşke ömrümün sonuna kadar buradan ayrılmasam. Bunu düşünebiliyor musun?

(Kız sinirlenmiştir. Bakışları üzgündür ve sesinde sinir hakimdir. Bakışları erkeğin suratındadır. Erkek yere eğilmiş ve dizlerini tutmaktadır. O da nefes nefesedir. Doğrulduktan sonra)

ERKEK – Henüz hiçbir şey için geç değil. Burada kal ve güneşin doğuşunu izle.

(Kız o anda ağlamaya başlar. Anlaşılmayan şekilde söylenmektedir ve bir yandan da ağlamaktadır. Erkek yanına yaklaşmak ister ama ona doğru birkaç yumruk savurur. Bir süre ağlar ve kendine geldiğinde)

KIZ - Bizim için hala güneşin doğacağını mı sanıyorsun...

Takıntı - Parti Hayaleti Kısım 3



Kısa bir bekleyişten sonra kitabın parasını ödedim ve kendimi kitapçının cam kapısından dışarı bıraktım. Amanda o sırada sigara içerken, bir yandan yoldan geçen arabaları izliyordu. Bir anlığına aklımdan bu kızla sevgili olabileceğim geçti. Son zamanlarda ne zaman bir kızla muhabbet etsem aklımın bir köşesinde bir ilişki yaşayıp yaşayamayacağım düşünceleri vuku buluyordu. Bilmiyorum neden ama bir süre bu ihtimalleri düşünürken ardından hemen kendime lanet ediyordum. Zengin edebiyatı palavraları vardır ya, hani derler ruh güzelliği önemlidir. Benim için bu kesinlikle koca bir zırvaydı. Dış güzellik hatta abartıp giyim, konuşma tarzı, adı ya da ne bileyim ilgilendiği herhangi bir şey karşımdakine nasıl davranmam gerektiğini kolayca etkileyebiliyordu. Bu yüzden karşı cinsten hemen soğuma ve bir an önce yanından uzaklaşma hislerine kapılan bir yapım vardı. Şimdi tekrar başlıyorduk. Amanda.. Dediğim gibi, kitapçıdan çıktıktan sonraki o kısa duraksamadan sonra aklımdan bir an etkileyici biri olduğu geçti. Görünümü, konuşması, giyimi ve göründüğü kadarı ile edebiyatla ilgileniyor oluşu şimdilik onun lehine hareket etmişti. Eğer bundan sonra her şey yolunda giderse onunla ilişki yaşamamak için hiçbir neden yok gözüküyordu. Yok muydu gerçekten? Kendimi mi kandırıyorum. Nasıl olamazdı ki? Şu an saçma sapan bir ilişkisi olabilir, koyu dindarlığı yüzünden erkeklere uzak davranıyor olabilir, aids ve benzeri ölümcül bir hastalığın pençesinde olabilir yada hararetli bir lezbiyen olabilirdi. En kötüsü koyu dindar, hastalığın pençesinde bir lezbiyen olmasıydı. Tüylerim diken diken oldu. Yani böyle onlarca ihtimal daha vardı. Bu yüzden tekrar ilişki yaşama ihtimallerini kafamdan uzaklaştırdıktan sonra usulca yanına yaklaştım.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tütün Günlükleri Kısım - 1



Sanırım rahatlıkla sigara içebileceğim bir iş bulmam gerekiyor. Her gün kafa toplamak için iki kat aşağı inip, iki dakikalık rahatlamadan sonra tekrar iki kat yukarı çıkıp, o moral bozucu işe dönmek normal bir insanı çok yoruyor olmalı ama benim gibi zayıf yapılı biri için bu gerçekten ızdıraptı. On saatlik ağır bir mesainin hiç tüttürmeden geçtiğini düşünsenize. İşte bu ızdıraptan da öte olurdu benim için. Bu işe gireli yaklaşık iki ay olmuştu ve nerden baksanız sadece şu iki kat yüzünden sekiz kilo vermiştim. Düşünebiliyor musunuz, tam sekiz kilo.. Arada sırada gözüme takılan ucuz magazin dergilerinde insanların bir kilo vermek için ne kadar para harcadığına şaşıyordum doğrusu. Sizde buna şahit olsanız şaşardınız sanırım. Hani sadece para harcamakla olsa tamamdı ama resmen insanlar kendilerine eziyet ediyorlardı. Bunun için en iyi önerim sigaraya başlamaları olacaktı galiba. Ama sigara içmenin yanında en az üç katlı bir binanın üçüncü katındaki ofisinde evraklarla haşır neşir olurken bir yandan da bölüm şefinizin sigara odasını kapattırıp eski evrakları oraya dizdirdiği için ne kadar vurdumduymaz ve bencil biri olduğunu düşünmeliydiniz. İşte bu durumda her gün sigara içmek için – benim gibi gerçek bir sigara tiryakisi iseniz – üç dört kat tırmanmanız sonucunda yaklaşık bir ayda beş kiloya yakın kaybınız olabilirdi. Ne bileyim belki de olmazdı. Dünya o kadar garip ki bazı insanlar adeta bir kara delik gibi her şeyi içine çekiyor. Bu kadar iştahlı olanları anlamak gerçekten güç doğrusu. Özellikle dünya bu kadar saçmayken. Yani her şey saçma ve yolunda olmadığı zaman benim hiç iştahım olmuyor.

14 Ekim 2010 Perşembe

Bevırıç - Parti Hayaleti Kısım 2


…O an paralel evrende neler olduğunu düşünmeye başladım. Mesela bugün rahatlamak için kitapçıya uğramayan paralel evrendeki ben sanırım şu an uykusuna devam etmekteydi. Muhtemelen çevredeki gürültülere uyanmış ama “kalksam ne olacak ki, yapacak hiçbir şey yok” düşüncesiyle bir kez daha uykuya dalmaya çalışmış ve başarılıda olmuştu. Böylelikle yaklaşık bir iki saat daha uyuyacaktı. Onun dışında, kitapçıya gitmeye karar veren ve tam şu anda karşı reyonda takılan paralel evrendeki ben Amanda ile hiç karşılaşmayacak – aslında karşılaşabilirdi de. Amanda şu her şeye karışmayı seven ve sürekli mutlu olan tiplere benziyordu - ve bir süre takıldıktan sonra günlük hayatına devam edecekti. Paralel evrendeki benler şu an ne kadar tek düze ve sıkıcı olarak güne devam etmekteydiler. Düşüncelere devam edecektim ki Amanda’nın sesi onun hala orada olduğunun farkına varmamı sağladı. Konuşmanın bundan sonraki kısmı nereli olduğum, burada ne yaptığım ve ona benzer sorularla devam etti. En sonunda konu dönüp dolaşıp tekrar kitaplara ve Paul Auster’a gelmişti. Bu konuda konuşurken yeni kitaptan bahsetmeye başlamış ve en sonunda fikrimi sormaya başlamıştı ki muhabbet iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. En sonunda kitap hakkında fikrimi sordu ve o an ki ruh halim dolayısıyla, “kitap hakkında hiçbir fikrim yok” derken biraz sesimin tonunu yükseltmiştim. Hemen ardından, “yani henüz Paul Auster yada ne bileyim şu Salinger tarzı heriflerin kitaplarını okuyacak kadar İngilizcem iyi değil” dedim. Kafamda nasıl devam etmem gerektiğini düşünürken, “daha çok Moby Dick yada Charles Dickens’ın büyük umutları gibi şeylerle idare ediyorum.”

12 Ekim 2010 Salı

SSS 1

Sessizlik Senaryosu

Sahne 1

GECE - ODA İÇİ


(Tek göz bir oda. İçerisi neredeyse duman altı olmuştur. Kız, erkeğin karşısında eski bir kanepede oturmaktadır. Erkek odada bir tane bulunan pencereye sırtını dayamış vaziyette odanın içinde gözlerini gezdirmektedir.)

KIZ – Öp beni.

(Erkek kızın ne dediğini duymamıştır bile. Elindeki tütünden bir nefes çeker. Duman ağır bir şekilde odaya dağılır. Bu sırada bizde odanın içini tam olarak görmüş oluruz. Oda neredeyse boştur. Kızın oturduğu eski kanepenin solunda eski bir masa ve üzerinde yarıya kadar dolu bir şarap şisesi bulunmaktadır. Masanın hemen altında cildi ayrılmış onlarca kitap istiflenmiştir. Kız yavaşça ayağa kalkar ve erkeğin yanına gider. Erkek bakışlarını bir kez kızın yüzüne diktikten sonra istemsizce kıza yer açar. Kız aynı şekilde sırtını pencereye dayayıp erkeği omzundan öper.)

KIZ - Benim için ne kadar zor olduğunu biliyorsundur umarım.

(Kızın son söyledikleri ağzından zorla çıkmıştır.
İkisi de odada birini beklemektedir. Erkek bakışlarını masanın üzerine, duvara eğreti bir şekilde çivilenmiş saate çevirir. Saat on bire on vardır.)

ERKEK - Buna kendini hazırlamalıydın. Ne kadar zor olacağını zaten biliyordun.

(Kızın bakışları sinirlidir. Erkeğin yüzüne dikilmiştir. O sırada kapı çalar. Kapının zili çalışmamaktadır. Kapı eski bir kapı olduğundan her bir vuruşta çıtırdamaktadır. Kapı tam üç kere eşit aralıklarla çalındıktan sonra erkek kapıya doğru yönelir. O sırada tekrar kızı görürüz. Yavaş yavaş nefes almaya başlamıştır. Erkek kapı tutacağını eliyle sımsıkı kavrarken geriye doğru döner.)

ERKEK - Şans en son isteğin olmalı. Umalım kader bizi yanıltmasın.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Amanda (aman) - Parti Hayaleti Kısım 1


Günün çarşamba mı yoksa perşembe mi olduğundan pek emin değildim. Aslında hiç bir zaman bu iki günü ayırt edemezdim. Hani pazartesi, cuma falan olsa yine insanın hatırında kalıyor. Mesela pazartesi sendromu diye bir şey var ya... Hatırlıyorum ergenlik çağlarında okula giderken bunu sık sık yaşardım. O zamandan beri hafta başı olduğunu anında anlarım. Hafta başı olduğunu bildiği halde, pazartesi olduğunu anlamayan biri için bulunduğu durum vahim sonuçlar doğuracak olsa da gerçekten böyle insanlar vardı. Geçenlerde okulda bir muhabbet arasında Margarot adında gerizekalı bir kız – ismi papağan ismi gibiydi - “yine hafta başı ve güneş gününden nefret ediyorum” demişti. Hala bazı Amerikalılar güneş gününün mü yoksa ay gününün mü hafta başı olduğunu bilmiyordu. O halde o gerizekalı Margarot’ın yaşadığı Pazar sendromundan ileri gidememekteydi. Hoş, son zamanlarda hayatım pazartesi sendromunu yaşayamayacak kadar boş olsa da çarşamba ve perşembeye göre çok daha rahat ayırt edilebiliyordu.. Salı sendromdan sonraki ilk gün olduğundan, rahatlama ve haftaya alışma yönüyle yine hatırda kalan günlerden biriydi benim için. Cuma günleri babamla gittiğimiz o geleneksel cuma namazları yüzünden benim için biraz matem havası estirmekteydi. Aslında benim üstümde esas sendromu cuma günleri oluşturmaktaydı bir zamanlar. Hafta sonu ise zaten özgürlüktü bir nevi... Cumartesi ve pazarı ezbere bilir, ezbere yaşardım. İşte arada sıkışıp, kendini gizlemeye çalışan iki gündü çarşamba ve perşembe.. Yani bir günün çarşamba mı perşembe mi olduğunu anımsamak gerçekten zordu benim için. Bu aynı jazz dinlemeye benziyordu. Dinlediğim bir şarkıyı nasıl bir diğerinden ayırt etmekte zorlanıyorsam aynı şey bu gereksiz iki gün içinde geçerliydi. Ayrıca hiç bir heyecanı da olmuyordu. Annenin zorla ıspanak yedirmesi, saat on oldu mu zorla yatağa yollanmanız gibiydi. Can sıkıcıydı. Sanki haftayı yedi güne tamamlamak için zorla oluşturulmuş günlerdi. Ayrıca, bir hafta neden yedi gündü?

Girizgah



...o sıradan içme gecelerinin birinde ansızın sordu;
"Peki şimdi ne yapacaksın?"
Ne mi yapacaktım? Elimdeki şarap kadehine öylece baktım. İçiyordum işte ve içmeye devam edecektim. Yani şu an için.. Ya sonrası? Elimden geleni yapmaya çalışıyordum, ama bu anlamsız çabaların ardından beni mutlu edecek hiçbir şey olmuyordu. Gerçekten ne yapacaktım? Bu soruya önceleri onlarca kez cevap vermeme rağmen şu an cevap çok uzaklardaydı. Hem nereden çıkmıştı bu soru şimdi. Canımı sıkmıştı yine.
"Neden yazmıyorsun?" dedi.
Yazmak derken? Bunca yoksunluğun ve aylaklığın arasında birde yazmaya vakit mi ayıracaktım. Her güne birbirinin aynısı saçma duygularla uyanıp aylak aylak iş ararken, onlarca ahmağın gereksiz açıklamalarından sonra kendime ulaşmaya çalışırken mi? Akşam şiş tabanlarla eve geldiğim zaman bir iki kadehle kendimi rahatlatırken.. O zaman mı yazacaktım? Hem yazdıklarımın ne değeri olabilirdi ki?
Yüzünü buruşturmuş, cevap bekliyordu. İyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. Bazen yüzünün ortasına bir yumruk patlatmak için neler vermezdim diye düşünüyordum. Şimdide o sinir bozucu suratına bir yumruk atsam rahatlayacaktım, ama ardından kendi kendime yine aynı soruları soracak ve ne yapacağımı düşünmeye başlayacaktım. Bu gece tadımı bir kez kaçırmıştı artık.
Derin bir nefes aldım ve kadehin dibindeki şarabı mideme indirdim.
Radyo hala ısrarla Chet Baker çalmaktaydı. "Tamam" dedim öylesine, "Aklımda bulunsun."
Hiç bir işe yaramayacaktı.
"Kerouac'ta böyle düşünmüştü zaten."
Almost Blue...