Bir kitabın insanın eline yahut zihnine
ne zaman düşeceği hiç belli olmuyormuş.
Bir metnin ya da bir şiirin ya da kısa,
evet oldukça kısa tek bir cümlenin bile.
Don Kişot örneğin beni onca yıl sonra
yaralayan,
otuz küsür yıl sonra yanıma gelip de
keşke çok evvelinde okusaydım diye ağlatan,
ya da Ulyyses, bir kaç sayfadan sonra kapanıp
da,
orta okul günlerinin asabiyetiyle
bir daha hiç açılmamak üzere kenara
fırlatılan...
Sahiden, bir kitabın insana yahut dünyaya
ne zaman geleceği hiç belli olmuyormuş,
Don Kişot erkenden uğrasa değirmenlere karşı,
ya da Ulysses yıllar sonra konsa bir Haziran
ayında
gözlerime, zihnime, ellerime...
Ne olurdu?
Kaçırılan deve yüküyle cümle
ya da henüz yazılmamış onlarca dize,
Dünyanın rengini açar mıydı yoksa koyultur
muydu?
Hiç çekinmeden belki de oldukça farklı
yollarda alı koyardı da
beni, farklı cümlelerle söylettirdi bildiğim
tüm türküleri.
Aslında oldukça mühim oluyormuş böylece
kitapların okuyana geliş zamanının önemi.
Şimdi hiç sırası dememek için
aslında bilmek gerekiyormuş öylece
harf sırası gözetmeden tüm cümlelerin
ehemmiyetini.
En önemlisiyse eğer bir metin geldiyse bir
kez,
hiç çekinmeden benimseyip de onu yakalamak,
harflerine dek ufalmakmış esas olan,
Çünkü insanlar yakaladıklarıyla değil de
kaçırdıklarıyla ızdırap çekiyormuş bir ömür
boyu...